Skammen filmi Ingmar Bergman’ın 1968 tarihli yapımıdır. İnsanın varoluş çilesi üzerine filmleriyle bilinen Bergman, Skammen filminde savaşın insan üzerinde yarattığı ahlaki, psikolojik ve toplumsal etkiyi Eva ve Jan Rosenberg karakterleri üzerinden aktarmıştır.
Filmde geçen savaşın ne zaman, nerede kimler arasında geçtiği tam olarak bilinmez. Bazı diyaloglarda “düşman” “örgüt” “kurtarıcılar” “hükümet” diye bahsedilen gruplar vardır. Buradan durumun iç savaş benzeri, siyasi iktidar için yapılan bir savaş olduğunu çıkarabiliriz.
Savaşın geçtiği ülkede Eva ve Jan filarmoni orkestrasında müzisyenlik yapan sanatçı bir çifttir. Savaş tamtamları aslında uzun zaman önce başlamıştır, Eva ve Jan’in çalıştığı filarmoni orkestrası savaş yüzünden kapanmıştır. Eva ve Jan’de büyük ihtimalle karmaşadan kaçarak küçük bir adaya yerleşmişlerdir. İkisinde de olan bitene karşı uzak durma hali vardır. Ne savaş haberlerini duymak istiyor ne de olan bitenden kendilerini sorumlu hissediyorlardır. Jan savaş ile ilgili bir şeyler duyduğunda “Kabahat bende değil. Bu lanet savaşı ben başlatmadım.” Diyerek konuyu kapatıyordur. O daha çok “kalan parayla şarap alabilir miyiz?” derdindedir.
Fakat çember daralmaktadır, bulundukları adaya bir grup asker paraşütle iniş yapmıştır, bu da kendi çiftliklerinin yakınında gerçekleşir. Birden çatışmanın ortasında kalırlar. Askerler Eva ve Jan’i bir anda kameraların önüne çıkarır. Mikrofonu tutan asker “korkmayın sizleri özgürleştirdiğimizi herkesin görmesini istiyoruz” diyerek Eva’ya sorular sorar;
“Siyasi görüşünüz?
– Hiçbir siyasi bir görüşe sahip değilim.
Hiç mi yok?
– Hayır, ne olup bittiğini takip etmek zor.
İçinde bulunduğunuz siyasi sisteme aldırış etmiyorsunuz o zaman?
– Hayır.”
Aslında bu kısa konuşma Eva ve Jan’in politik duruşunun gerçekçi bir özetidir. Onların olan bitenle hiçbir alakaları yoktur. Fakat video kurgulanarak yayınlanır. Böylece Eva ve Jan hükümet tarafından hızlı bir şekilde yakalanır. Bu olaydan sonra hayatları tamamen değişir. Hükümetin adamı Jacobi kelimenin tam anlamıyla Eva ve Jan’e yapışır, evlerinden ayrılmaz. Tek dertleri hayatta kalmak olan çift onursuzca Jacobi’nin tüm isteklerine boyun eğmektedirler. Jacobi evde tehditler savurarak masaya vurur ve “Sanatçı mısın yoksa hıyarın teki misin?” diye sorar Jan’e.
Jacobi’nin sorduğu “sanatçı mısın yoksa hıyarın teki misin?” sorusu aslında günümüz sanatçısına da sorulması gereken bir sorudur. Burada Jan’e baktığımız zaman düpedüz bir hıyar görüyoruz. Onun keman çalabilmesi, onu bir sanatçı yapmıyor. Hep kaçan, sığınan, karşı duramayan “hayır” diyemeyen bir hıyardır! Ana karakterlerin sanatçı olması ve böylesine aciz duruma düşürülmeleri, aslında sanatçıdan beklenen bir cesaret olduğunun ifadesidir. Belki Eva ve Jan filarmoni orkestrasında çalışırlarken kaçmayıp savaşa karşı ses çıkartmış olsalardı bu duruma düşmeyeceklerdi. Ya da herhangi bir yerde Jacobi’ye karşı gelebilmiş olsalardı, kendi kavgalarını verip yaralansalar da ölseler de yaşamın anlamını yitirmeyeceklerdi.
Hayata karşı duruşlarından dolayı onlara düşen bunun utancı olur.
Yaşadıkları gitgide ikisinin arasındaki iletişimi sıfıra indirir. Artık birbirini tanımayan, sevmeyen, konuşamayan bir çifte dönüşürler. Özellikle Jan giderek vahşileşir, filmin başında bir tavuğu öldüremezken rahatlıkla insanları öldüren biri haline gelir.
Eva ve Jan artık iletişim kuramasalar da onları bir arada tutan şey hayatta kalabilmek olur. Filmin sonunda -ülkemizde çok iyi bildiğimiz, gerçek görüntülerini de acı bir şekilde izlediğimiz- tekneyle başka bir yere kaçma sahnesini görürüz. Tekne açıldıktan bir süre sonra suyun yüzüne vurmuş cesetler çıkar ortaya.
Dünyada halen bunları yaşıyor ve sessizce izliyor olmak da bizim utancımız olsa gerek. Belki Eva’nın son sahnede bahsettiği ve hatırlaması gereken şey buydu; Vicdan!
“Bir rüya gördüm. Çok güzel bir sokakta yürüyordum ve yolun bir yanında yüksek kemer ve sütunları olan beyaz evler vardı. Diğer yanda ise, gölgeler içinde bir park vardı. Sokağın yakınında yeşeren ağaçların altında da, koyu yeşil renkte bir dere akmaktaydı.
Ve sonra yüksek bir duvarın yanına geldim, üstü güllerle kaplanmıştı. Ve sonra bir uçak geldi ve bütün gülleri ateşe verdi. Çok güzel olduğu için o kadarda korkunç değildi.
Sudaki yansımaları seyrettim ve güllerin nasıl yandığını gördüm. Ve kollarımda küçük bir çocuk vardı. Kızımızdı. Bana sıkıca sarıldı ve yanağıma değen dudaklarını hissettim.
Ve tüm bu zaman boyunca birisinin söylemiş olduğu bir şeyi hatırlamam gerektiği aklımdaydı ama ne olduğunu unutmuştum.”
0 Comments