Yunanistan üzerindeki egemenliklerinin ilk yüzyıllarında, bu kabilelerin sanatı oldukça kaba ve ilkeldi. Katılık yönünden daha çok, Mısırlıları aşmış sayılabilirdi. Kapkacak eşyası, basit geometrik motiflerle süslenmişti ve betimlenecek her sahne bu katı düzenlemenin bir parçasını oluşturuyordu. Örneğin (Resim 01), bir cenaze alayını gösteriyor. Ölü, cenazenin taşındığı teskerede yatıyor. Sağda ve soldaki yas tutan kadınlar ise, hemen hemen tüm ilkel topluluklara ortak, törensel bir ağır davranışla, ellerini başlarına koymuşlar.
Bu yalın ve açık-seçik düzenlemeden bazı izler, Yunanlıların o eski zamanlarda getirdikleri mimari üsluba da sızmıştır ve işin tuhafı, bugün hâlâ bizim kent ve köylerimizde bile yaşayagelmektedir. (Resim 02- Acropolis), adını Dor kabilesinden alan eski üslupta yapılmış bir Yunan tapmağını gösteriyor. Bu kabile, sertlik ve ağırbaşlılıklarıyla tanınan Spartalılar soyundandı. Nitekim bunların binalarında, yersiz, amacı olmayan hiçbir şey bulamazsınız. Sanki, üstlerine yüklenen ağırlığı hiçbir zorlanma sergilemeden taşımaya özen gösteren canlı varlıklar gibidirler. Bu tapmakların bazıları geniş ve görkemli oldukları halde Mısır yapıları gibi dev boyutlarda değillerdir. Bunların insanlar tarafından insanlar için yapıldığı hissedilir. Gerçekte de Yunanlılar arasında tüm ulusu zorla kendisi için köle gibi çalıştıracak kutsal bir hükümdar yoktur. Yunan kabileleri sayısız kent ve limanlara yerleşmişlerdi. Küçük topluluklar arasında büyük düşmanlıklar, birçok anlaşmazlıklar olmuştu ama, kabilelerden hiçbiri tümünü egemenliği altına almayı başaramadı.
Yunanlı sanatçılar, taştan heykeller oymaya başladıkları zaman, Mısırlı ve Asurlu sanatçıların bıraktıkları noktadan işe koyuldular (Resim 03). Mısırlı örnekleri inceleyip onlara öykündüklerini; Mısırlılardan, ayakta duran bir adam figürünü kurmayı, vücudun değişik bölümlerini ve bu bölümleri tutan kasları ortaya çıkarmayı öğrendiklerini gösteriyor. Ama bu resim aynı zamanda, bu heykelleri yapan sanatçının, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, bu kurallara uymakla yetinmediğini, kendi hesabına kimi denemelere giriştiğini de göstermektedir. Dizkapaklarının gerçek görünüşünün nasıl olduğunu bulmayı istediği belli. Bunu tümden başaramamış olabilir; onun yaptığı heykelin dizkapakları, Mısır heykellerinin dizkapaklarmdan daha az inandırıcı bile görünebilir. Ama asıl önemli olan şey, eski reçeteleri izleyecek yerde, kendi gözleriyle bakmaya karar vermesidir. Bundan böyle, insan vücudunu imgeleştirmek, önceden hazırlanmış bir formülü öğrenme sorunu olmaktan çıkmıştı. Her Yunan heykelcisi, belirli bir vücudu nasıl imgeleştireceğini kendisi bilmek istiyordu. Mısırlılar, sanatlarını bilgiye dayandırmışlardı. Yunanlılar gözlerini kullanmaya başladılar. Bu devrim bir kez başladıktan sonra, artık onun durma noktası olamazdı. Yunanlı heykelciler, araştıra araştıra, insan figürünü imgeleştirmek için yeni teknikler, yeni yollar buldular. Her yenilik başkalarınca da tutkuyla uygulanıyor, bu kez de onların bulgularıyla zenginleşiyordu. Birisi bedeni oyma yolunu keşfediyor, bir başkası, heykelin daha bir canlılık kazanması için ayaklarının ikisini birden yere pek sağlamca basmaması gerektiğini buluyordu. Bir başkası da, ağız köşelerini hafifçe yukarıya bükerek, bir yüze, onu gülümsüyor gibi göstererek, canlı bir ifade verebileceğini bulguluyordu. Mısır yöntemi, kuşkusuz, birçok yönden daha güvenlikliydi. Yunan sanatçılarının deneyleri bazen amacına ulaşamadı. Örneğin gülümseme, itici bir sırıtmaya dönüşebilirdi; yere aşırı az sağlam basış yapmacıklı gibi görünebilirdi. Ama Yunan sanatçılarını bu güçlükler yıldıramadı. Dönüşü olmayan bir yola girmişlerdi artık.
Ressamlar da aynı yolu izlediler. Onların çalışmalarıyla ilgili bilgilerimiz, Yunan yazarlarının bize söylediklerinden öteye gitmiyor. Fakat birçok Yunanlı ressamın, çağlarında, heykelcilerden daha ünlü kişiler olduğunu bilmemiz önemlidir. Ancak dönem içerisinde vazo resimlerinin bir sanayi haline dönüşmesi sebebiyle resim hakkında birkaç bulguyla karşılaşabiliriz.
Burada Homeros destanlarının iki kahramanı (Resim 04) Akhilleus ile Aias’ı, çadırlarında dama oynarken görüyoruz. Her iki figür de hâlâ tam profilden gösteriliyor. Gözleri de hâlâ karşıdan gösterilmiş. Ama vücutları, Mısır yöntemiyle verilmiyor artık. Kolları ve elleri de çok açık ve katı bir Mısır üslubuyla verilmemiş. Ressam, belli ki, böyle karşı karşıya oturmuş iki insanın, gerçekte nasıl göründüğünü düşlemeye çalışmış. Diğer kısımlarını omuz kapattığı için, Akhilleus’un sol elinin yalnızca bir parçasının görülmesini önemsemiyor. Ne de kendini, orada yer aldığını bildiği her şeyi gösterme zorunluluğunda duyuyor. Eski kural bir kez parçalandıktan, sanatçı bir kez yalnızca gördüğüne güvenmeye başladıktan sonra, gerçek anlamda bir toprak kayması başlamıştır.
Ressamlar, bulguların en büyüğünü gerçekleştirip perspektif kısaltımı (foreshortening) buldular. Sanatçılar M.Ö. 500 yılından az önce, tarihte ilk kez, karşıdan görünen bir ayağın resmini çizme cesaretini gösterdiklerinde, sanat tarihinde korkunç bir dönüşüm oldu. Günümüze varan binlerce Mısır ve Asur yapıtlarında böylesi görülmemişti hiç. (Resim_05 > kitapta Resim 49)’daki Yunan vazosu, bu bulgunun ne denli bir gururla benimsendiğini belgeliyor.
Yunan sanatının büyük devrimi olan, doğal biçimlerin ve perspektif kısaltımının bulgulanması, insanlık tarihinin kuşkusuz en şaşırtıcı bir döneminde gerçekleştirildi. Bu çağ, Yunan kentlerinde yaşayan insanların tanrılarla ilgili eski gelenek ve efsaneleri sorguladığı ve cisimlerin doğası üzerinde korkusuzca durulduğu bir çağdır. Bu çağ, bugünkü anlamda bilimin, felsefenin ve Dionysos onuruna yapılan bayramlardan tiyatronun doğduğu çağdır. Bununla birlikte, o zamanın sanatçılarının, kentin aydın sınıfından kimseler olarak kabul edildiklerini düşünemeyiz. Kentlerinin işlerini yürüten, vakitlerini meydanlarda sonu gelmeyen tartışmalarla geçiren zengin Yunanlılar, hatta belki de şairler ve filozoflar bile, heykelciler ve ressamları, aşağı tabakadan kimseler olarak sayıyorlardı. Sanatçılar, elleriyle çalışıyorlardı ve karınlarını doyurmak için çalışmak zorundaydılar. Dökümhanelerinde ter ve kir içinde oturuyorlar, sıradan emekçiler gibi çalışıyorlar, bu yüzden de kibar tabakanın üyeleri sayılmıyorlardı. Yine de kent yaşamında yüklendikleri görev, Mısırlı ya da Asurlu bir zanaatçınınkine göre, çok üstündü. Çünkü Yunan kentlerinin çoğu, özellikle de Atina, hali vakti yerinde züppe tabakanın bu sıradan işçileri aşağıladığı ama yine de belirli sınırlar içinde yönetime katılmalarına izin verdikleri bir demokrasi ile yönetiliyordu.
Fidias’m, Parthenon’daki Athena tapınağı için yonttuğu, kocaman “Pallas Athena” heykelinin Roma çağında yapılmış kopyası (resim_06 > resim 51), bize pek etkileyici gözükmemektedir. Onun gerçekte nasıl olduğunu düşlemek için, eskiden kalan betimlemelere başvurmak zorundayız: 11 metre yüksekliğinde, yani bir ağaç kadar yüksek, her yanı değerli malzemelerle kaplanmış, zırhı ve giysileri altından teni fildişinden bir heykel. Zırhlıymış; giysileri altın’dan, teni fildişindenmiş. Kalkan üzerinde ve zırhın kimi bölümlerinde canlı, parlak renkler egemenken; gözler, parıldayan değerli taşlardanmış. Tanrıçanın altm başlığının üstünde birkaç tane kartal başlı aslan varmış. Kalkanın içinde kıvrılmış duran kocaman yılanın gözleri de kuşkusuz parlak taşlardan yapılmıştı. Tapınağa girince, karşısında birden bu dev heykeli gören kişi, gizemli bir korku duyacaktı.
Fidias’ın iki büyük yapıtı, Athena ile OIympia’daki “Zeus” heykeli yok olup gitmiştir ama, bu heykellerin içinde oldukları tapınaklarla birlikte Fidias çağının bazı süslemeleri bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir. En eski olanı Olympia tapınağıdır. Bu tapınağın yapımına M.Ö. 470 yıllarında başlanmış ve M.Ö. 457 yılında bitirilmiştir. Arşitravın üzerindeki kare yüzeylerde (metoplarda) Herakles’in kahramanlıkları anlatılır. (resim_07), Batı kızları Hesperid’lerin meyvelerini almaya gönderilen Herakles’in öyküsüdür. Herakles’in bile başaramayacağı kadar zor bir iştir bu. Batı kızlarının bahçesinde, dünyayı omuzlarında taşıyan Atlas ile karşılaşır. Ona elmaları kendi yerine alması için yalvarır. Atlas bunu bir şartla kabul eder: Herakles de bu süre içinde onun omuzundaki yükü taşımalıdır. Bu kabartma Atlas’ın altın elmalarla, omuzundaki korkunç yükü hiç kıpırdamaksızın taşıyan Herakles’in yanma gelişini gösteriyor. Herakles’in tüm kahramanlıklarındaki sevimli yardımcısı Athena da, büyük çabasında işini kolaylaştırmak için onun omuzuna yastık koyuyor. Athena’nın sağ elinde bir zamanlar madenden bir mızrak da varmış. Tüm öykü, şaşkınlık verici bir yalınlık ve açık seçildikle anlatılmış. Sanatçının hâlâ bir figürü, yüzden veya yandan, belirgin bir biçimde göstermeyi yeğlediğini seziyoruz. Athena’yı karşıdan görüyoruz; yalnızca başı, yana, Herakles’e doğru çevrili. Bu figürlerde, Mısır sanatında egemen olan kuralların etkisini hâlâ sezmek güç değil.
Heykel sanatçısını, kemiklerin ve kasların anatomisini incelemeye ve giysi kıvrımlarının altında bile inandırıcı bir insan figürü kurmaya itmiştir. Yunanlı sanatçıların, insan vücudunun başlıca bölümlerini vurgulamak için kullandıkları kıvrımlama yöntemi, onların, biçimin bilinmesine ne denli önem verdiklerini göstermektedir. Kurallara sadakat ama kurallar arasında özgürlük, sonraki yüzyıllarda Yunan sanatına bunca hayranlık kazandırmıştır. Bu yüzden, öğüt ve esin arayan sanatçılar hep Yunan sanatının başyapıtlarına koşmuşlardır.
Olympia’da yapılan kazılardan, bu türden heykellere ait pek çok kaide çıkarılmıştır, fakat heykellerin kendileri yok olmuştur. Bu heykeller çoğunlukla bronzdandı ve olasılıkla, Ortaçağlarda, maden kıtlığı baş gösterince, eritilmişlerdir. Yalnızca Delphoi’da, bu heykellerden bir araba sürücüsünü betimleyen biri bulunmuştur. Bu heykelin başı (resim08_01), bir kimsenin Yunan sanatı hakkında sadece kopyalara bakarak elde edebileceği genel izlenimden inanılmaz derecede farklıdır. Mermer heykellerde çoğunlukla boş ve ifadeden yoksunmuş gibi veya bronz heykellerde oyulmuş gibi görünen gözler, burada, o vakitler daima yapıldığı gibi, renkli taşlarla belirlenmiştir. Saçlara, gözlere ve dudaklara hafifçe altın yaldız sürülmüş, bu ise, tüm yüze canlılık ve sıcaklık ifadesi katmıştır.
Yunan Olimpiyatları, Yunan tarihindeki en önemli etkinliklerin başında gelirdi dolayısıyla heykeltıraşlardan bu sporcuların hareketli bedenlerini yontmaları beklenirdi. Bu hareketli bedenler heykeltıraşların insan anatomisini hızlıca öğrenmesine yol açmıştır.
(Resim 09) Atlet heykellerinin en ünlüsü olan ve Fidias’la aynı kuşakta yaşamış olduğu sandan Atinalı heykelci Miron’un yaptığı “Disk Atıcısı” (Discobolos) heykelini görmemekle neler kaçırdığımızı bize hatırlatıyor. Bu heykelin nasıl bir şey olduğu hakkında bize en azından genel bir fikir verebilecek birçok kopyası bulunmuştur. Genç atlet ağır diski tam atmak üzereyken gösterilmiş. Öne eğilmiş, atışına daha büyük bir güç katmak için kolunu geriye doğru savurmuş. Hemen peşinden, davranışına tüm vücudunu katarak, dönüp diski fırlatacak. Heykelin karşısına geçip, yalnızca dış çizgilerini dikkate alırsak, birden, Mısır sanatı geleneğiyle yakınlığının ayırdına varırız. Miron da, Mısırlı sanatçılar gibi, gövdeyi karşıdan, kol ve bacakları yandan yontmuş ve yine onların yaptığı gibi, insan vücudunun bölümlerini en iyi göründüğü açıdan ortaya koymuştur.
(Resim 10) Vazo resimleyen zanaatçılar, yapıtları yitmiş olan bu büyük ustaların buluşlarına bir kez daha ayak uydurdular. Resim 58, Odysseia’dan alman etkileyici bir öyküyü betimliyor: Kahraman Odysseus, on dokuz yıllık bir ayrılıktan sonra, kilde değiştirip değneği, torbası ve çanağıyla, dilenci kılığında eve döndüğünde, yaşlı dadısı ayağını yıkarken, bacağındaki yara izinden onu tanır. Sanatçı, bizim Homeros’ta okuduğumuzdan farklı bir anlatışı betimlemiş olmalı, çünkü vazonun üstündeki yazıda, dadının adı değişiktir ve sahnede domuz çobanı Eumaros görülmemektedir. Sanatçı, bu öykünün temsil edildiği bir oyun görmüş de olabilir, çünkü bu yüzyılda, Yunan oyun yazarlarının tiyatro sanatını yarattıklarını biliyoruz. Fakat dramatik ve etkileyici bir şeyler olduğunu sezebilmek için gerçek metne ihtiyaç duymuyoruz; çünkü dadı ile kahraman arasındaki bakışma, sözlerle söylenebileceklerden çok daha fazlasını söylüyor bize. Yunan sanatçıları, insanların birbirine söyleyemedikleri duyguları dışa vurmada gerçekten ustalaşmışlardı.
(Resim 11) İşte bu yetenek, gövdenin duruşunda “ruhsal yapı”yı bize sezdirerek, resim 59’daki gibi basit bir mezar taşını büyük bir sanat yapıtına dönüştürmektedir. Kabartma, taşın dikili olduğu yerde gömülü Hegesos’u gerçek yaşamındaki gibi resmediyor. Önünde genç bir hizmetçi kız duruyor ve ona, içinden bir ziynet eşyası seçmesi için sunduğu anlaşılan bir mücevher kutusu uzatıyor. Yanında karısıyla tahtında oturan Mısırlı Tutankhamon’un betimlenmesiyle (Resim 12) karşılaşılabileceğimiz sakin bir sahnedir bu. Mısır yapıtında da dış çizgiler mükemmel bir şekilde belirgindir, ama Mısır sanatının eşsiz bir dönemine ait olmasına karşın, oldukça katı ve doğallıktan uzaktır. Oysa Yunan kabartması, acemice sınırlamaları aşmıştır artık,-ama, kompozisyonun duruluğunu ve güzelliğini koruyarak. Bundan böyle pozisyon, geometrik ve köşeli değil, özgür ve rahattır. Üst bölümün, iki kadının kollarının bükümüyle çerçevelenişi, bu çizgilerin iskemlenin eğik çizgileriyle oluşturduğu karşıtlık, Hegesos’un güzel elini odak noktası haline getiren basit yöntem, kumaşın vücudun kıvrımlarından akışı öylesine uyumlu bir sakinlikte ki, bütün bunlar dünyaya V. yüzyılda Yunan sanatıyla doğan yalın uyumun yaratılmasına katkıda bulunuyor.
0 Comments